English Greek Turkish
 

Ana Sayfa

Film hakkında

Filmin siyasi arka planı

Oyuncular

Fotoğraflar

Filmin basındaki yankıları

İndirebilecekleriniz

İletişim

LOS ANGELES GREEK FILM FESTIVAL

Filmin basındaki yankıları



Ateş altında bir film yönetmeni...


*** “Akama” adlı filmi henüz tamamlanmadan faşist bir kampanyayla karşı karşıya kalan Kıbrıslırum film yönetmeni Panikos Hrisantu, hep akıntıya karşı kürek çekti...

Panikos Hrisantu, Değirmenlik köyünde büyür, Beşparmakları aşarak Kıbrıs’ın güzelim kır çiçeklerini toplar, mağaralarda bulduğu antik eserlerin bir tapınağın kalıtnıları olup olmadığını çözmeye çalışırken, belki de bir “film yönetmeni” olacağı aklının ucundan geçmemişti... Burada, Beşparmaklar’ın tepesinde bir ev inşa etmek, burada yaşamak istiyordu...

Değirmenlik’te babasının kahvehanesinde çalışıyor, arada bir televizyonda gösterilen filmleri izliyordu... Ama belki de kahvehanedeki işlerden buna bile fırsat bulamıyordu...

Değirmenlik’te sinema yoktu... Panikos’un ailesi de gece vakti Değirmenlik’ten yaya olarak çıkıp Lefkoşa’da sinemaya gitmesine ve geceyarısı film sona erdikten sonra yine yaya olarak köye dönmesine izin vermiyordu. Zaten bunu yapan gençler, kimi zaman dehşet içinde kalıyordu: “Drakula” ya da “Frankenstein” gibi filmleri izlemeye giden Değirmenliğin Kıbrıslırum gençleri, dönüş yolunda ürküyorlar, her yanda hayaletler görüyorlardı!...

Değirmenlik bir Rum köyüydü ama civar köylerdeki Kıbrıslıtürklerle ilişkisi olan bir köy... Adı üstünde değirmenlerin ve harika bir pınarın bulunduğu bir yer... O günlerde Kıbrıs’ta yaşam, daha farklıydı:

“İdeal bir yaşam değildi ancak çocukluğumdan güzel anılarım var” diye anlatıyor;

“O günlerde Kıbrıs’ın bir karakteri vardı, bir kültürü vardı... Bu kültürün hem iyi, hem de kötü yönleri vardı... Örneğin farklılıklara tolerans yoktu... Köyde bir deli varsa, toplumun parçası olarak kabul edilmez, dışlanırdı... Ancak o günlerin güzel yanı, insanların birbirine yakınlığıydı... İlkeler vardı, değerler vardı ve elbette tolerans eksikliği vardı. Ancak bugünkü gibi para en yüce değer değildi...”

1960’lı yılların başında liseye giderken edebiyata merak salan Panikos, o günlerde okullarda İzmirli ilerici şair Seferis’in şiirlerini okuduklarını anımsıyor... Seferis Kıbrıs’ı keşfetmiş, Kıbrıs’a aşık olmuş, Kıbrıs’la ilgili şiirler de yazmıştı... Sonraları Atina’da üniversitede edebiyat öğrenimine başlamıştı... Yunanlı öğrenciler Kıbrıslıların Seferis’in şiirlerini okuduklarını, üstelik bunun okullarda okutulduğunu öğrendiklerinde hayretler içinde kalmışlardı: Çünkü o günlerin Atinası’nda Seferis yasaklı bir şairdi...

Lefkoşa’da askerlik günlerine başladığında Panikos artık sinemaya gidebiliyordu. Frankenheimer’in “Alkatraz Kuşçusu” filmi üzerinde derin bir iz bırakmıştı... Atina’da ise devam ettiği üniversitede eğitim düzeyinin, Kıbrıs liselerinin düzeyinden daha düşük olduğunu keşfedince, zamanının çoğunu sinemalarda geçirmeye başlamıştı... O günlerde binlerce film izlediğini hatırlıyor... Üniversitedeki dersler ona basit geliyordu – bu yüzden zamanının çoğunu film izleyerek geçiriyordu. Üniversitenin son yılında artık üniversiteye hiç uğramaz olmuş, kendini tümüyle sinemaya vermişti. İngmar Bergman’ın “Yedinci Mühür” isimli filmini görünce, artık hayatta ne yapmak istediğine karar vermişti: filmler yalnızca eğlendirici olmak zorunda değildi... Yapacağı filmler aracılığıyla düşüncelerini aktarabilirdi...

Sonraları, Bergman hayranlığı onu İsveç’e kadar sürükledi... 1974 sonrasıydı, İsveç’e Değirmenlik’ten bir Kıbrıslırum göçmen statüsünde girebilirdi. Ancak bu statü, onun çalışmasına da, bir üniversiteye kaydolmasına da engeldi... İsveç dilini öğrenip bir yıl kadar burada kaldı. Zaten vergi sorunlarıyla boğuşan Bergman, İsveç’i çoktan terketmişti... Panikos da bir yıl kadar sonra Kıbrıs’a geri dönecekti...

Kıbrıs’ta hayatta kalmalıydı: önceleri EDEK’in gazetesi TA NEA’da çalışmaya başladı... Ancak Kıbrıs koşullarında politikayla sanat el ele gidemiyordu... Gazetecilikten vazgeçip öğretmenlik yapmaya başladı. 10 yıllık bir öğretmenlik dönemi ardından, bu işten de ayrıldı. Şimdilerde kartpostallar ve takvimler üreterek yaşamını kazanıyor... Ve hayatta yapmak istediği tek şeyi yapıyor: Film çekmek...

İlk belgesel filmi tam bir macera... 1983’te “KKTC” ilan edildiği zaman, Kıbrıs Rum Enformasyon Dairesi, yurtdışında Kıbrıslırumların derdini anlatacak “propaganda filmleri” yaptırmak istiyor. Panikos, genç bir filmci olarak bu işe hazır. Ancak Enformasyon Dairesi’yle gerçek bir film sanatçısının görüşleri nasıl örtüşebilir? Panikos işe girişiyor: ilk belgesel filmi Ayios Sozomenos köyüyle ilgili... Yani Arpalık köyüyle... Fanatik Kıbrıslırumların yok ettiği bu terkedilmiş köyü gördüğünde Panikos, bunun tarihimizin, Kıbrıslıtürkler ve Kıbrıslırumlar olarak ilişkilerimizin bir özeti olduğuna karar veriyor. Kıbrıs’ta barışı kuracaksak, bu yıkıntılardan işe başlamamız gerektiğine inanıyor... Filminin adı “Kıbrıs’tan Detay” olacak... Bir küçük detay: yıkıntılar içinde bir köy... Kanlı bir tarih...

“Bodamya, Luricina yakınlarında terkedilmiş bir köydür bu... Propaganda departmanı bu filmin ne olduğunu anlayamamıştı! Bunu bir propaganda filmi olarak yapmış olmalarına karşın... Ayios Sozomenos’u (Arpalık) birkaç yıl önce keşfetmiştim, bu eski bir köydü – topraktan inşa edilmiş binaların bulunduğu bir yer, ve açıklığın ortasında yalnızca duvarları kalmıştı... Çok müthiş bir manzarası vardı, kimsecikler yaşamıyordu bu köyde... Bu köyü görünce, işte bu köy Kıbrıs’ı temsil ediyor diye düşünmüştüm... Tarihimiz yıkıntılar halinde... Eğer Kıbrıs’ta insanlara bakıyorsanız, her iki taraftan Kıbrıslılara ait hissediyorsanız kendinizi, işte burası, ilişkimizin sonucuydu... Bu köy bizim aynamız diye düşündüm. O günlerde yazdığım yorumda belirtmiştim bunu. Eğer yüreğimizi bulmak istiyorsak, bu köye dönmeliyiz, bu köye gitmeliyiz... Bu köy kimliğimize bakmak gibi birşeydir... Bu filmi bir Kıbrıslırum olarak yapmadım, bir Kıbrıslı olarak yaptım... Birlikte yaşamak için ortak yönlerimizle ilgili gerçeklikleri görmeliyiz. Biraraya gelmeliyiz ama tarihimize, yaşanmış kötü şeylere dokanmadan yapamayız bunu. Bana göre yeniden yakınlaşma, kötü yönlerimizi kabul etmektir...Her iki taraf da yapmalıdır bunu. Aksi halde biraraya gelemeyiz. Kıbrıslırumlar, Kıbrıslıtürklerin kendileri yüzünden acı çektiğini kabul etmelidir. Kıbrıslıtürkler de Kıbrıslırumların kendileri yüzünden acı çektiğini kabul etmelidir...”

Filmin içeriğini bilmeyen Kıbrıs Rum Enformasyon Dairesi, filmin yapımına destek vermişti. Panikos, filmin başına gelecekleri kestirebildiği için, kurguyu Atina’da yapmayı seçmişti:

“Gerçekten ne yapacaklarını bilemediler!... Bu siyasi oyunların bilincinde olduğumdan ve filmi onlara göstermekten çekindiğimden, onlara bir oyun yaptım... Film, bu terkedilmiş köyle ilgiliydi... Ben buradaki Kıbrıslıtürklerin öykülerini seçmiştim anlatmak için, karma bir köydü. En az “zararlı” olanları seçmiştim çünkü köy kana bulanmıştı... Köyde işlenmiş cinayetleri göstermemiştim ama insancıl bir film yapmıştım, “Duvarımız”da olduğu gibi... Ama örneğin Arpalıklı olup bugün Dali’de yaşayan bir Kıbrıslıtürk kadının öyküsünü seçtim... O dönem çok sert ve zor bir dönemdi, bu yüzden korkuyordum – filmi Atina’da bitirdim... Laboratuvardan doğrudan doğruya Berlin Film Festivali’ne yolladım filmi!... Şanslıydım çünkü Berlin Film Festivali programına kabul edilmişti. Sonra propaganda departmanına bir mektup göndererek onlara “Bu film Berlin Film Festivali’ne kabul edildi, tamam mı?” diye sordum. Çok mutlu olmuşlardı çünkü film, Berlin Film Festivali’nce kabul edilmişti! “Evet, tamam” dediler.

Kıbrıs’a döndüğümde Enformasyon Dairesi’nde bir gösterim yaptık. Hiç kimse konuşmuyordu, söyledikleri tek şey Fatma’nın köpekle oynadığı sahneydi... Ve köpekle ilgili bir yorum yaptılar... Filmin gösterimi bittiğinde beni tebrik etmediler!... Sonraları bu filmi yapmış olmaktan utanç duyduklarını söylediklerini duydum... Ama film Berlin Film Festivali’nde gösterilmişti... Video kaset olarak dağıtmadı buradakiler, görmezden geldiler filmi aslında...” “Kıbrıs’tan Detay” filmi vesile olmuş, Kıbrıslıtürk akademisyen Niyazi Kızılyürek’le tanışmıştı... Panikos Hrisantu, bir Kıbrıslıtürk’le birlikte ortak bir film yapmak istiyordu: “Duvarımız” böyle ortaya çıktı... ZDF’nin finanse ettiği film, Kıbrıs’ta “öksüz” kalacaktı!...

“Duvarımız” adlı ilk Kıbrıslıtürk-Kıbrıslırum ortak belgesel filmin Kıbrıs serüveni, Arapalık köyüyle ilgili belgesel “Kıbrıs’tan Detay” filminden farklı olmayacaktı... “Duvarımız” da akıntıya kürek çekenlerin filmiydi: Bu yüzden Kıbrıs’ın ne kuzeyinde, ne de güneyinde, hiçbir televizyonda gösterilmeyecek, sinemalar da bu filmi göstermeye yanaşmayacaklardı. Filmi kuzeyde yalnızca Gençlik Merkezi iki kez gösterecekti... “Duvarımız” dünyada büyük ilgi görse, pek çok uluslararası barış konferansında, Alman ve Fransız televizyonlarında gösterilse de, Kıbrıs’ta statüko sahipleri için bu “önemsiz bir detay”dan öteye gitmeyecekti... Filmin 1997’de Abdi İpekçi Barış Ödülü’nü alması da kuzey ve güneydeki iktidar güçlerini etkilemeyecekti. Hatta filmin Yunanistan televizyonu ERT’te gösterilmesinden bile etkilenmeyeceklerdi! Bir Yunan yazar, filmi gördükten sonra ““Bu filmi Türkler ve Rumlar seyrederse, silahlanmaktan vazgeçerler. Bu film, her Rum’un ve her Türk’ün evine girmeli” diye yazmıştı... Niyazi Kızılyürek, filmle ilgili bir röportajında şöyle diyordu: “İlk kez bu belgeselde iki toplumun da neler yaşadıklarını, saf bir şekilde “kahramanlar ve hainlerin” olmadığını gösterdik. Türk ve Yunan basını maalesef, bir “iyiler ve kötüler” resmi çiziyor. Filmde göreceksiniz, bir Türk anne kadar, bir Rum anne de acı çekmiştir. “Duvarımız”, tarih içinde bir yolculuktur. Kıbrıslı Rumların ve Türklerin başlarına gelen saldırılar, karşılıklı olarak birbirlerini nasıl üzdükleri, şiddetin iki toplumu da nasıl kuşattığı, onları şiddete iten ideolojileri, milliyetçiliği ve militarizmi anlatıyor. Kıbrıs sorununa yaklaşırken, “haklı” ve “akıllı” taraf bizmişiz gibi göstermenin çok doğru olmadığını, olayı daha derinden kavramamız gerektiğini düşünüyorum. “Ak ve kara” gibi bir tablo çizildiğinde, o çatışmacı ortamı her gün yeniden üretmiş oluyoruz... Filmde, bir Kıbrıslı Türk’le, bir Kıbrıslı Rum, iki erkek arkadaş bir araya geliyorlar ve Kıbrıs tarihi içinde bir yolculuğa çıkıyorlar. Türkleri ve Rumları ziyaret ederek onların acılarına tanıklık ediyorlar. Filmde rejisör arkadaşımla birlikte ben de rol aldım. Dünyada ne kadar televizyon varsa, bir sürü malzeme aldık. Kıbrıs halkı oynadı filmde. Pek çok dünya üniversitesinde etnik çatışmalar için örnek bir film olarak oynatıldı. Avrupa televizyonlarında da gösterildi...”

Ancak Bir Rus atasözüne göre “Kendi ülkende peygamber olamazsın!” Niyazi Kızılyürek’le Panikos Hrisantu’nun yaşadığı tam da buydu...

Güneyde hükümet değişikliği olsa ve RIK artık AKEL’e bağlı bir kurum olsa dahi, Kıbrıs Radyo Televizyon Kurumu, “Duvarımız”ı göstermekten kaçınacaktı... Ancak yeni dönemin BRT’si, önümüzdeki günlerde “Duvarımız”ı göstermeye hazırlanıyor... Filmin ortaya çıktığı 1992-93 yıllarının üzerinden tam 12 yıl geçmiş ve 12 yıllık “yasak” ardından film ilk kez Kıbrıs’ın kuzeyinde gösterilecek...

“Duvarımız”dan sonra Panikos Hrisantu, yine bir Kıbrıslıtürk film yönetmeniyle, Derviş Zaim’le birlikte “Paralel Yolculuklar” belgeselini çekti... Bu film de ne kuzeyde, ne de güneyde gösterilebildi... Belki önümüzdeki günlerde BRT televizyonunda günışığına çıkabilecek... Ancak Ledra Palace Oteli’nde son derece sınırlı sayıda insan filmi görebilmiş... Filmle ilgili olarak “Filmcenter”den Öykü Tümer, şöyle yazıyor:

“Kıbrıs sorununu işlediği 2002 yapımı Çamur filminden sonra yönetmen Derviş Zaim yine Kıbrıs üzerine bir yapıtla karşımıza çıkıyor: Paralel Yolculuklar. Kıbrıs sorununda çözüme en çok yaklaşılan yıl olarak aklımızda kalan 2004 yapımı film, çoğunlukla konunun ‘uzmanlarından’ dinlediğimiz tarihsel olaylara, yaşanmışlıklara ve olası çözüm yollarına ‘yerel’ bir bakışı yansıtıyor. Türk-Rum ortak yapımı olan film, Panikos Hrisantu ve Derviş Zaim’in kendi kesimlerinde gerçekleştirdikleri röportajların derlenmesinden oluşan bir belgesel niteliğinde. 1974 askeri harekatını yaşamış Rumların hatıralarıyla başlıyor belgesel. Çocuğu, eşi öldürülen insanları dinliyoruz; onların acılarına tanık oluyoruz. Onlara yöneltilen son soru, bugün Kıbrıslı Türkler hakkında hissettikleri. Anlattıkları hikayelerin ışığında nefret dolu sözler beklerken, alınan cevaplar şaşkınlığa yol açıyor bir bakıma. Daha sonra adalı Türkler anlatmaya başlıyorlar. Öldürülen akrabalar, bulunan toplu mezarlarla lekelenmiş anılar… Rumların ve Türklerin anlattıkları bireysel anılar olmaktan çıkıyor, bir bütün halini alıyor ve adanın 1950 sonlarından bu yana yaşadıklarına ışık tutan tarihsel bir anlatıma dönüşüyor.

Daha sonra Kuzey ve Güney’deki farklı kesimlerden insanları tanımaya başlıyoruz. Çocuk yaşta babasını kaybetmiş bir kadın öğretmen, savaşta sakatlanmış bir asker… Onlardan geçmişte yaşananların bugünkü hayatlarına bıraktıkları izleri öğreniyoruz, özel hayatlarındaki ve toplumsal hayatlarındaki izleri. Onların görüşlerini, onların beklentilerini ve onların çözüm önerilerini duyuyoruz, belki de ilk kez. Türk-Rum sorunundan da çıkıyoruz zaman zaman; kadınların, engellilerin toplumsal ilişkilerdeki yerlerini ve sıkıntılarını görüyoruz.

Belgesel Kıbrıslı Türkler ve Rumlardan kurulmuş ve barış için birleşmiş koronun bir üyesiyle yapılan röportajla sonlanıyor. Ondan adada barış isteyenlerin karşılaştıkları zorlukları ve verdikleri mücadeleyi dinliyoruz. Farklı dili konuşan insanların hep bir ağızdan şarkı söylemesi ise huzurlu günlere olan özlemin ve barış umudunun sembolü oluyor.

Kıbrıs sorununa, Kıbrıslı yönetmenler aracılığıyla ada halkının farklı bakışlarını sunuyor bize Paralel Yolculuklar. Kimin ilk kurşunu sıktığı, kimin haklı kimin haksız olduğu, hangi taraftan kaç kişinin öldüğü gibi sorular bir yerde anlamını yitiriyor yaşanan acılar karşısında; huzur içinde yaşamak için verilen mücadele ise bir o kadar anlam kazanıyor.”

Bugünlerde film yönetmeni Panikos Hrisantu, “Akama” adlı filmini tamamlamaya çalışıyor. Şimdilerde filmin kurgusunu yapıyor ancak film henüz tamamlanmadan büyük bir saldırı altında kaldı. Saldırılar öncelikle “PONTİKİ” adlı bir mizah dergisinde başladı, ardından MAHİ gazetesi ve ANTENNA televizyonu atağa geçti... Faşist Nikos Sampson’un oğlu, DİSİ milletvekili Sotiris Sampson, Meclis’e başvuruda bulunarak filmin yasaklanmasını talep etti.

Bu çevrelerin iddiası, Panikos’un bir EOKA savaşçısı hakkında bir film yaptığı ve onun hayatını çarpıttığı yönünde. Oysa Panikos, “Benim filmim bir aşk filmidir. Bir Kıbrıslıtürk ve bir Kıbrıslırum arasında geçen bir aşk filmi...” diyor... “Söz konusu ettikleri EOKA savaşçısıyla hiç alakası yoktur...”

Panikos bu saldırıları yapanlar için “Bu faşizmdir” diye konuşuyor...

Bu saldırıların ardında kimler var? Panikos şöyle konuşuyor: “Bu saldırıların arkasında kimler olduğunu bilmiyorum ancak bir hedef olduğumu hissediyorum, filmim nedeniyle değil, düşüncelerim nedeniyle hedef gösterildiğimi hissediyorum. Bugüne kadar kamuoyunda fazla görünen biri değildim. Makaleler yazmıyorum, televizyonlara çıkmıyorum... Ancak şimdi onlar birşeylerin ortaya çıkacağını hissediyorlar ve özellikle Niyazi’yle yapmış olduğum bir önceki filmimden ötürü beni milliyetçi düşüncelere yönelik bir tehlike olarak görüyorlar... ‘İdeolojimize karşı birşeyler hazırlıyor, onu şimdi hedef almalıyız’ diye düşünüyorlar. Oysa benim filmim insancıl bir filmdir. Ama aynı zamanda siyasi bir filmdir de... Derviş Zaim’in ortak yapımcılığını üstlendiği bir filmdir. Bu paradan çok sembolik bir şeydir.”

Panikos Hrisantu, filmin içeriğiyle ilgili şöyle konuşuyor: “Filmimin adı Akama’dır. Bu Kıbrıs’ta bir bölgedir. Bu bölgede geçen bir aşk hikayesidir, bir Kıbrıslıtürk’ün bir Kıbrıslırum’u sevmesiyle ilgilidir. Akama bölgesini kullandım çünkü bu bölge çok güzeldir. Buraya “Kıbrıs’ın dünyası” diyorlar. Diamantis ve Seferis buraya böyle demişlerdi. Burası için “Bu Homer’in dünyasıdır, Kıbrıs’ın dünyasıdır’ diyorlardı. Onların neyi kastettiğini bilmiyorum ancak buna kendi algılamamı kattım. Bana göre bunun anlamı Homer’de bulduğumuz dünyadır, tutkuyla dolu insanların dünyasıdır... Bu insanlar savaşırlar, serttirler ancak aynı zamanda çok duyarlıdırlar. Truva’da Akilleas’ı hatırlayacaksınız. Çok sert, hatta vahşi birisiydi, yüreğinde huzur yoktu çünkü yüreğinde büyük nefret vardı ve en iyi arkadaşını dahi öldürmüştü... Ancak babası gelip ayaklarına sarıldığında ve ona ‘Bir de baban var, bana oğlumun bedenini geri ver’ dediğinde ağlamaya başlıyor ve bedenini ona veriyor, armağanlar veriyor babasına ve onu geri gönderiyor... Yani Homer’in dünyasının insanları öldürüyorlar, vahşidirler ancak aynı zamanda duyarlıdırlar ve çok insancıldırlar. Her ikisini de bulabilirsiniz onlarda... Homer’de doğa çok önemlidir ve insanlar da doğa gibidir, doğanın parçasıdırlar... Homer’in bu eski dünyasındakine benzeyen Kıbrıslılarla ilgili bir film yaptım. Seven insanlarla ilgili... İki ana karakter vardır, birbirlerini severler... Masumdurlar... Biri Kıbrıslıtürk, öteki de Kıbrıslırum’dur. Birlikte yaşamak isterler ve 1950’lı, 60’lı ve 70’li yılların Kıbrısı’nda bunun imkansız olduğunu keşfederler! Ne yaparlar? Politikayla hiç ilgileri yoktur. Yalnızca birlikte yaşamaya çalışırlar ve huzur bulamazlar. Herkes onlara düşman kesilmiştir: Kıbrıslırumlar bu işten hoşlanmazlar, Kıbrıslıtürkler bu işten hoşlanmazlar, arkadaşları da bu işten hoşlanmaz ve bu zorluklara rağmen hayatta kalmaya çalışırlar ve en sonunda, ada bölündüğünde Kıbrıslıtürkler güneyden kuzeye geçer. Onlar da terkedilmiş bir Kıbrıslıtürk köyünde yaşamaya başlarlar. Orada kalmaya ve bu terkedilmiş köyde yaşamaya karar verirler... Şunu söyleyebilirim ki bu memlekette bu şekilde seven insanlar, kimseye ait olmayan topraklarda yaşamaya mahkumdurlar. Kimseciklerin bulunmadığı bir yerde... Bu insancıl bir filmdir... Aynı zamanda siyasi bir filmdir çünkü filmin ortak yapımcısı Derviş Zaim’dir. Bu, paradan çok, sembolik bir şeydir. Profesyonel ve profesyonel olmayan Kıbrıslıtürk ve Kıbrıslırum aktörlerin filmimde yer almasını istedim. Hatta bazı Kıbrıslıtürk köylüler bir otobüse binerek geldiler ve filmde rol aldılar. Sembolik bir şey yapmak istedik... Ben Kıbrıslılarla, Kıbrıslıtürklerle ve Kıbrıslırumlarla, tümüyle ilgili bir film yapmak istedim... Bu filmin Kıbrıs’la ilgili bir film olduğuna inanıyorum. Filmim hem Kıbrıslırumlara, hem de Kıbrıslıtürklere aittir, barışa ve insanlığa aittir...

Filmin çekimleri esnasında bazı organize sorunları yaşadık, bazı kişilerle bazı sorunlarımız oldu... Bu sorunların bir kısmı, aynı zamanda siyasiydi. Örneğin filmde çalışan bir işçi vardı, araç sürücüsü olarak çalışıyordu ve işten ayrıldı. O işten ayrıldıktan sonra birisi bana ‘Arabasına Kıbrıslıtürklerin binmesinden hoşlanmıyordu’ dedi. Yani ırkçı birisiydi... Bu insanlardan birisi mi bilgi verdi, kim bilgi verdi bilemiyorum. Ancak bu bilgiyi manipüle edecek bir mekanizma varsa, bu başka bir şeydir. Görünen odur ki bu siyasi eğilim var ve bu filmi günlük propaganda ve günlük saldırılar için kullanıyorlar...”

Filme saldıran MAHİ ve ANTENNA, filmdeki karakterlerden birinin “Evagoras” adlı EOKA savaşçısı olduğunu ve Hrisantu’nun onun yaşamını çarpıttığını iddia ediyorlar. Panikos Hrisantu, bu konuda şöyle diyor: “Evagoras ulusal bir kahramandı, genç bir çocuktu, 18 yaşındaydı. Bir şairdi... Yunanistan’la ve ENOSİS’le ilgili şiirler yazıyordu. İdealistti ve son derece pozitif bir kişiydi. Akama’da değil Lisos’ta, Poli bölgesinde İngilizler tarafından ele geçirilmişti. Yakalanmış, idama mahkum edilmiş ve asılmıştı. Çok idealist bir kişiydi ve EOKA dönemi kahramanlarındandı. Henüz 17 yaşında olduğu için İngilizler onu asabilmek için 18 yaşına gelmesini beklemek zorunda kalmışlardı. Evagoras karakterini filmimdeki Adonis karakteriyle ilişkilendirdiler. Filmimdeki Adonis, “Evagoras” takma adını kullanıyor. Gerçek Evagoras’ın herhalde takma bir ismi vardı çünkü EOKA savaşçıları kendi isimlerini kullanmazlardı. Bu bağlantı inanıyorum ki filme saldırmak üzere bilinçli olarak kurulmuştur çünkü senaryomu en az 100 kişi okudu ve hiç biri de bana “Bak, bu karakter gerçek Evagoras’ı hatırlatıyor” demedi... Filmdeki Adonis rolü, mitolojiye bir göndermedir... Adonis, güzel bir insandır, bir tür İsa’dır, Che Guevara gibi bir savaşçıdır. İngilizler tarafından vurulur ve sonuçta onu köpekler öldürür. Çünkü mitolojideki Adnos vahşi domuzlar tarafından öldürülmüştür. Mitolojide savaş tanrısı, vahşi domuzlar göndermişti... Bu filmde de savaş tanrısı İngilizlerdir ve onu köpeklerle öldürürler. Yani Adonis’e gönderme yapılıyor. Ve filmdeki kadın, Adonis öldüğü zaman göğsüne çiçekler koyuyor, bu çiçekler Adonis çiçekleri denen özel çiçeklerdir, kırmızı renktedirler. Bunu bilinçli olarak yaptım... Yani filmin öyküsünde gerçek Evagoras’ı hatırlatacak bir şey yoktur. Tek ortak yönleri kahramanın gerçek ismi ile Adonis karakterinin takma ismidir. Ancak sorun filmi görmediler ve buna rağmen filmi yakmak istiyorlar. Bana göre, tehlikeli olan da budur...”

Sotiris Sampson’a göre, Panikos Hrisantu, “Türk parası almış ve bu yüzden böyle bir film yapmış”... Panikos, bu konuda da şöyle diyor:

“Bu ortak bir yapımdır. Ortak yapım demek üç ülkenin olduğu ve filmi yapmak üzere ortaya para koymalarıdır. Bu filmin bütçesine göre ortak yapımcım olan Derviş Zaim’in Kıbrıslıtürk aktörleri ve kurguyu ödemesi gerekiyor. Filme katılımı budur. Ancak ödemesi gereken parayı almış değilim. Konuştuğumuz şu ana kadar böyle bir para almadım. Daha çok sembolik bir birlikteliktir diyebilirim. Derviş’le birlikte birbirimizi desteklediğimizi ve birlikte çalıştığımızı göstermek istedim... Aynı şekilde o da Çamur filmini yaparken, ben de onun ortak yapımcısıydım ancak filme katkıda bulunacak büyük param yoktu. Ona yardım etmeye çalıştım ve yaptığı filme katılımımı göstermeye çalıştım.

Bana saldıran medya o şekilde saldırıyor ki benim bir “ajan” olduğumu göstermeye çalışıyor. “Türk parası alır, UNOPS parası alır!” diye sözler sarfediyorlar. UNOPS’un adını kirlettiler, şu ana kadar kim UNOPS’tan para alırsa, mutlaka bir “hain”dir! Bu iki ismi kullanarak, benim iyi bir şey yapmadığımı göstermeye çalışıyorlar!

Film henüz kurgulanma aşamasındadır, bunun tamamlanması için bir kaç aya ihtiyacım vardır. Filmim tamamlandığında her yerde gösterilmesini isterim. Kıbrıs’ta, Kıbrıslıtürklerle Kıbrıslırumların görmesi için bu filmi göstermek benim için önemlidir. Benim için filmin Türkiye ve Yunanistan’da da gösterilmesi önemlidir. Filmim yurtdışında da gösterilecek, filmim enternasyonaldir çünkü insancıldır. Bu insanların anlamadığı şey de budur... Absürd bulduğum nokta da budur – filmi görmediler ve filmin böyle olduğuna karar verdiler bile! Eminim ki bu insanların iyi niyeti varsa, bu film hakkında düşüneceklerdir çünkü insancıl bir filmdir, doğrudan politik değil, dolaylı olarak politik bir filmdir. Sampson’la da konuştuğumu söylemeliyim. İlk günkü saldırılarından sonra onu aradım ve ona “Elinde doğru bilgi yok, bu filmin Evagoras’la alakası yok’ dedim. O da bana “Ama bir Türk adamın sonuna kadar bir Rum kadınla kalması var hikayede” dedi. Ben de “Evet, öyle” dedim. O zaman Sampson bana “Neden bir Türk adamın bir Rum kadınla kaldığı bir hikaye anlatıyorsun, bunu yapmak doğru mudur?!” dedi. Yani bu fikir hoşuna gitmedi!”

Bugünlerde Baf, Leymosun gibi yerlerde yerel radyo ve televizyonlar aranarak, programlara çeşitli köylerin muhtarları çıkarılıyor ve “Panikos Türk parası yiyor ve bize kendi tarihimizi öğretmeye çalışıyor! Bu film yok edilmelidir!” diye “fetva”lar veriliyor... Panikos, “Bunlar Taliban gibi” diyor, “filmimi YOK ETMEKTEN söz ediyorlar... Baf’ta bir programa çıkıp böyle konuşan bir kişiyi aradım. Kendisine neden masum bir kişiyi bu şekilde suçladığını sordum. Filmi görmeden neden yargıya vardığını sordum. Bana ‘Çünkü arkadaşlarım beni Lefkoşa’dan arayarak böyle konuşmamı istediler’ diye cevap verdi. Ona ‘Masum insanları suçlamadan önce, arkadaşlarına, önce filmi görelim demeliydin’ dedim. Kıbrıslıtürk film yönetmeni Derviş Zaim’in filmin ortak yapımcısı olduğunu öğrenince, bu kez de saldırıları ‘İşte! Türk parası yiyor! Tarihimizi çarpıtıyor’ şeklinde kampanyayı yoğunlaştırdılar...” diyor...

Kısacası, fanatizmin milliyeti yok: ister kuzeyde, ister güneyde olun, aşırı milliyetçiler her zaman kendilerinden farklı düşünenleri boğmak, ortadan kaldırmak için saldırıyorlar, karalıyorlar... Filme bir göz atma zahmetine katlanmadan dahi, yasaklanmasını, ortadan kaldırılmasını talep ediyorlar!

Bu nedenle Kıbrıslıların işi zor: çünkü bu önyargılarla, şovenizm ve milliyetçilikle mücadele, daha uzun yıllar gerektirecek...



YENİDÜZEN

Sevgül Uludağ

18/11/2005

 
Yukari | Geri | Iletisim | Ana Sayfa