English Greek Turkish
 

Ana Sayfa

Film hakkında

Filmin siyasi arka planı

Oyuncular

Fotoğraflar

Filmin basındaki yankıları

İndirebilecekleriniz

İletişim

LOS ANGELES GREEK FILM FESTIVAL

Filmin basındaki yankıları



"Kıbrıs sorunu nedeniyle yüreğimizi yitirdik..."


*** Kıbrıslıtürklerle Kıbrıslırumların ilk ve tek ortak filmi olan “Duvarımız”ı gerçekleştiren Banikos Hrisantu:

*** “Kıbrıs sorunu nedeniyle sanırım yüreğimizi yitirdik ve savaş da yüreğimizi yitirmemizde rol oynadı, bir faktör oldu. 51 yaşındayım... Ve çok farklı bir Kıbrıs’tan anılarım var. Anılarımdaki o Kıbrıs’ın da ideal bir Kıbrıs olduğunu söylemiyorum. Çok kötü şeyler de vardı o Kıbrıs’ta ama örneğin çocukluğumla ilgili anılarımdan söz etmek istemiyorum. Olumlu anılardı bunlar... O dönemin Kıbrıs’ının bir karakteri, bir kültürü vardı. İyiyi ve kötüyü de barındıran bir kültürdü. Kötü olan yönü insanların kendilerinden farklı insanlara büyük saygı duymayışıydı...”

*** “Öncelikle doğayı seviyorum, çocukken de doğayı seviyordum ama bunun bilincinde değildim. Doğanın ortasında yaşıyordum. Değirmenliğin kuzeyinden geliyorum, dağın üzerindedir burası... Gençliğime dek tüm çocukluğum orada geçti, doğanın ortasında. Çocukken tarlalara gitmeyi sevdiğimi hatırlıyorum, çoğunlukla yalnızdım, Değirmenlik çok eski bir kentti, bu yüzden kalıntılar arıyordum, bunları bulabileceğim yerler de keşfetmiştim. Değirmenlik’ten ayrılıp Lefkoşa’ya gelirken üç parça eşya almıştım yanıma çünkü işgal edileceğini biliyordum kentin. Yanıma aldığım şeylerden biri de bu antikacıklardı, kendimin bulduğu antikacıklar... Bunları toprağın üstünde buluyordum, yağmurdan sonra ortaya çıkıyorlardı...”

*** “Değirmenlik’te sinema yoktu, sinemaya gitmek için beş kilometre yol aşmak gerekiyordu, ailem de buna izin vermiyordu. Mesafe nedeniyle yasaktı bana bu. Sinemaya gittin diyelim gece saat 10’da bitti, beş kilometre karanlıkta dönmek zorundaydın yalnız... Bu yüzden ailem bırakmıyordu 16 yaşına kadar sinemaya gitmemi. Bazı arkadaşlarım gidiyordu, Drakula’yı görmeye gitmişlerdi mesela ve dönüş yolunda bu beş kilometre boyunca her yanda Drakula’lar, Fantom’lar gördüklerini sanıp korkuyorlardı!”

*** “Kıbrıs’ta sinema konusunda ne yapabileceğimi düşünmeye başladım. Küçük bir ülke Kıbrıs, film üretimi yok. Film yapımcısı olarak adaya geri gelenlerin burada film yapmak için hiç şansları yoktu. Film kültürü üzerinde çalışmalar yapabileceğimi düşündüm. İki-üç arkadaşımla birlikte savaştan önce varolan bir film kulübünü yeniden yapılandırdık ve film gösterimlerine başladık. 1984’e kadar bunu yaptık... 1983’te sizin sevgili Denktaş devletini ilan etmişti. Bu devlet ilanı Rum tarafına çok kötü gelmişti, bölünmüşlük yönünde bir adımdı ama benim için de bir film yapma şansıydı... Çünkü o dönemin hükümeti sinemayı propaganda amaçlı kullanmaya karar vermişti. Film yapacak insanların olmadığını keşfettiler. Birisi bana hükümetin film yapmak istediğini, öneri beklediğini söyledi...”


Röportaj: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN/ 4 Nisan 2003



Değirmenlik’te doğup büyümüş Banikos’u oğlum aracılığıyla tanıyorum... Evde haftada en az iki kez oğlum onun “Duvarımız” filmini seyreder, her defasında yeni ayrıntılar yakalamak üzere... “Anne bak, şurada kameranın açısı nasıl... Bak kameranın gölgesi görünmüş” falan gibi “yorum”lar yaparak...

Niyazi Kızılyürek’le birlikte bugüne dek Kıbrıs’ta çevrilmiş ilk ve tek ortak filmi gerçekleştirmiş Hrisantu: “Duvarımız”… O günden bu güne, hiçbir Kıbrıslıtürk ve Kıbrıslırum birlikte bir film projesi gerçekleştirmemiş… Şu anda Banikos Hrisantu, Derviş Zaim’le birlikte ortak bir film üstünde çalışıyor…

Onunla Ledra Palace’a yakın “Garden Cafe”de oturup konuşuyoruz...

SORU: Filmlerini izlediğimde, örneğin “Afrodit’in Ayakizleri” gibi, birşey anlattığında sesinde sanki hep bir hüzün var... Bu hüzün hayata karşı bir tavır mı? Yoksa Kıbrıs’ta olup bitenlerden mi kaynaklanıyor? Bunların vurduğu damga mı sesindeki o hüzün yoksa bana mı öyle geliyor?
HRİSANTU: Gerçekten bilmiyorum, belki de sesinde hüzün olup olmadığını sen benden daha iyi anlıyorsundur... Hüzünü seviyorum ancak hayata karşı bir tavır olarak değil... Kıbrıs’a baktığımda hüzün hissediyorum ancak hüzün hayata karşı bir tavır olamaz... Neden? Farklı nedenler... Siyasi sorun var kaynağında ama tek neden bu değil. Kıbrıs sorunu nedeniyle sanırım yüreğimizi yitirdik ve savaş da yüreğimizi yitirmemizde rol oynadı, bir faktör oldu. 51 yaşındayım... Ve çok farklı bir Kıbrıs’tan anılarım var. Anılarımdaki o Kıbrıs’ın da ideal bir Kıbrıs olduğunu söylemiyorum. Çok kötü şeyler de vardı o Kıbrıs’ta ama örneğin çocukluğumla ilgili anılarımdan söz etmek istemiyorum. Olumlu anılardı bunlar... O dönemin Kıbrıs’ının bir karakteri, bir kültürü vardı. İyiyi ve kötüyü de barındıran bir kültürdü. Kötü olan yönü insanların kendilerinden farklı insanlara büyük saygı duymayışıydı. Örneğin bir köyde kendilerinden farklı olan bir insan olabilirdi, çılgın biri olabilirdi bu veya duygularını açıkça ifade ediyor olabilirdi. Ona karşı tolerans yoktu, toplumun parçası olarak görülmezdi. Ama iyi yönleri de vardı o dönemin kültürünün, insanlar daha yakındı birbirine, bazı prensipler vardı, etik değerler vardı – ancak tolerans eksikliği de vardı. Şimdi tek ahlaki değer para oldu, bizim taraf için konuşacak olursam. “Afrodit’in Ayakizleri” filmimdeki ana karakter olan Haralambos gibileri gördüğümde onun toplumla çelişki içinde olduğunu anlıyorum, geçmişten birşeyleri korudu, o nedenle topluma ait olamıyor artık. Bu da bende hem hüzün hem de iyi bir duygu yaratıyor. Bunu film çalışmalarımda da yansıtmaya çalışıyorum – hüzün negatifse eğer, bir de pozitif yön vardır.

SORU: Değirmenlik’te doğup büyümüştün, şimdi Baf’ta mı yaşıyorsun?
HRİSANTU: Lefkoşa’yla Pelatusa’da yaşıyorum, Poli yakınlarında.

SORU: Neden Pelatusa’yı seçtin?
HRİSANTU: Öncelikle doğayı seviyorum, çocukken de doğayı seviyordum ama bunun bilincinde değildim. Doğanın ortasında yaşıyordum. Değirmenliğin kuzeyinden geliyorum, dağın üzerindedir burası... Gençliğime dek tüm çocukluğum orada geçti, doğanın ortasında. Çocukken tarlalara gitmeyi sevdiğimi hatırlıyorum, çoğunlukla yalnızdım, Değirmenlik çok eski bir kentti, bu yüzden kalıntılar arıyordum, bunları bulabileceğim yerler de keşfetmiştim.

SORU: Tarihi eserler mi yani?
HRİSANTU: Evet, antikalar... Değirmenlik’ten ayrılıp Lefkoşa’ya gelirken üç parça eşya almıştım yanıma çünkü işgal edileceğini biliyordum kentin. Yanıma aldığım şeylerden biri de bu antikacıklardı, kendimin bulduğu antikacıklar... Bunları toprağın üstünde buluyordum, yağmurdan sonra ortaya çıkıyorlardı.

SORU: Bu tarihi eserler hangi döneme aitti? Hiç araştırdın mı?
HRİSANTU: Kimseye sormadım, çoğu kafası olmayan heykelciklerdi ve kolları bedenlerine yapışık duruyorlardı – sanırım milattan önce 600-700 yıllarına aittirler. O dönemin izlerini taşıyorlar. Birisi bana bunların Tanrılara adanmış heykelcikler olabileceğinden sözetti, demek ki orada bir tapınak vardı. Dağlara tırmanırdım, örneğin şimdi ilkbahar ve Beşparmaklar yeşillik dolu... Bu yeşilliklerden toplamaya giderdim, örneğin vahşi enginar gibi... Orada olmayı seviyordum. 18-23 yaşlarındayken dağı aşıp öteki yana geçiyordum. Orada bir ev yapmayı, orada yaşamayı düşlüyordum, okulum bitince. Poli de Girne’nin doğusunun yerine geçiyor gibi, orayı da çok seviyorum. Ta o günlerden Girne’nin batısını pek sevmiyordum çünkü oteller vardı, çimentoydu her yer... Ben Girne’nin doğusunu seviyordum, Alagadi’ye gidiyordum örneğin.

SORU: Film yapımcılığını bilinçli olarak mı seçtin? Yoksa tesadüfler mi seni bu mesleğe getirdi? Nasıl oldu?
HRİSANTU: Hayatta bazı şeyler tesadüfler sonucu gelir bulur sizi, bazı şeyleri de bilinçli olarak seçersiniz. Eğer kişinin bir yöne eğilimi varsa, bazı şeyler gelip onu bulur... Cimnasiyodayken (lisedeyken) edebiyatı seviyordum... Değirmenlik’te cimnasiyo yoktu, bunun için Lefkoşa’ya geliyordum. O günlerde Kıbrıs Cumhuriyeti’nin başlangıç günleriydi ve okullarımız ilericiydi. O günlerde Kıbrıslı Rumlar olarak güçlü duygularımız vardı, bizim de ayrı bir varlık olduğumuz konusunda dünyada. Bilmiyorum sizde böyle bir duygu var mıydı aynı zamanda. Daha sonra bunun Yunanistan’da farklı olduğunu keşfettim. Örneğin Kıbrıs’taki cimnasiyoda ünlü ozan Seferis’i okuyorduk, Seferis o günlerde Yunanistan’da bazı yerlerde yasaklanmıştı. Kıbrıs’taki gibi değer verilmiyordu Seferis’e Yunanistan’da. Seferis Kıbrıs’la ilgili de şiirler yazmıştı. Kıbrıs’ta gerçek Helenliğini keşfettiğini yazmıştı, Kıbrıs’ta bir mucizeye tanık olduğunu ve burasını ikinci bir anavatan olarak kabul ettiğini yazmıştı. Seferis İzmirliydi, göçmendi... Sonra Kıbrıs’ı keşfetmişti. Bundan gurur duyuyorduk, öğretmenlerimiz bize okullarda Seferis’in şiirlerini okutuyordu. Edebiyat okumaya Yunanistan’a gittiğimde, Yunan edebiyat öğrencilerinin Seferis’in kim olduğu hakkında pek bir fikirleri olmadığını gördüm. “Biz Kıbrıslılar okulda öğreniyoruz Seferis’i” dediğimizde de hayretler içinde kalıyorlardı. 1970’te gitmiştim Yunanistan’a. Öğretmenlerimiz bizlere Kazancakis okumamızı öneriyordu, o günlerde Kazancakis de yasaklanmıştı Yunanistan’da. Kıbrıs’ta çok canlı bir atmosfer vardı, bu yüzden edebiyat okumak istiyordum, antik edebiyatı da, antik dönem felsefesini de... O günlerde henüz sinemaya gidemiyordum, Değirmenlik’te sinema yoktu, sinemaya gitmek için beş kilometre yol aşmak gerekiyordu, ailem de buna izin vermiyordu. Mesafe nedeniyle yasaktı bana bu. Sinemaya gittin diyelim gece saat 10’da bitti, beş kilometre karanlıkta dönmek zorundaydın yalnız... Bu yüzden ailem bırakmıyordu 16 yaşına kadar sinemaya gitmemi. Bazı arkadaşlarım gidiyordu, Drakula’yı görmeye gitmişlerdi mesela ve dönüş yolunda bu beş kilometre boyunca her yanda Drakula’lar, Fantom’lar gördüklerini sanıp korkuyorlardı!

Değirmenlik’te bir kahvehanemiz vardı, eski bir evdi. Babam köye ilk televizyonu getirmişti 60’lı yıllarda. Ben kahve yapıyordum kahvehanede, bu arada televizyon seyretmeye çalışıyordum, izleyemiyordum... Her Salı akşamı bir Yunan filmi gösterirdi televizyon, kadınlar, çocuklar filmi izlemeye gelirdi. O zaman kahvehane çok çalışırdı. Her Cuma da Türkçe film gösterirdi televizyon.

SORU: Değirmenlik karma bir köy değildi, değil mi?
HRİSANTU: Değildi... Rum köyüydü. Büyüdüğümde birkaç filmi çok beğendiğimi keşfettim. Beğendiklerim de iyi filmlerdi. Örneğin Frankenheimer adlı Amerikalı yönetmenin Alkatraz Kuşçusu filmini çok beğenmiştim. Hapishanede olan ve sonra birgün bir kuş bulan, onu beslemeye başlayan, sonraları hapishanede kuş uzmanı olup çıkan bir adamla ilgiliydi. Bu filmi çok seviyorum... İyi bir ticari filmdir... Ancak televizyonda gösterilen ticari filmlerden farklıdır. Bonjour Tristese diye bir Fransız filmini de beğenmiştim çok... Çok hüzünlü bir filmdi. Sonraları bunun o kadar da iyi bir film olmadığını keşfettim ama o günlerde beğenmiştim. Askerliğimi yapmaya gittiğimde Lefkoşa’da sinemaya gidip film izlemeye çalışırdım. 1969 yılıydı, o dönemde birkaç iyi ticari film daha görmüştüm beğendiğim. Yunanistan’a okumaya gittiğimde sınıf arkadaşlarıma iyi filmleri nerede görebileceğimi sormuştum, onlar da belli gazeteleri izlememi, buradaki eleştirileri okuyup iyi filmleri seçerek izlememi önermişlerdi. Böylece film izlemeye başlamıştım. Üç ay sonra Atina’da bir film kulübüne gidiyordum. Bu dönemde gördüğüm bir film, benim alanımın sinema olduğuna karar vermeme yol açtı. İsveçli yönetmen İngmar Bergman’ın “Yedinci Mühür” filmini izlemiştim. Bu film Tanrı’nın varlığı, insanların yalnızlığıyla ilgiydi, bir tür felsefe filmiydi. O günlerde felsefe de okuyordum. O filmi izlediğim zaman kendime, “Filmler yalnızca eğlendirici şeyler değil, film aracılığıyla felsefe de yapabilirim, düşüncelerimi de yansıtabilirim, benim alanım bu” demiştim. Eğer bölüm değiştirebilseydim filmcilik okuyacaktım, bu benim için bir dönüm noktasıydı. Ancak okumaya burslu gitmiştim, bursun da koşulları vardı, belli bir not ortalaman olması gerekirdi, ilk yıl bu ortalamayı tutturup tutturamayacağımdan emin değildim. Ancak oradaki üniversitenin düzeyi, Kıbrıs’ta gittiğim cimnasiyonun düzeyinden daha düşüktü. Dersler kolaydı... Üniversitenin ilk yılında her öğleden sonra bir film izlemeye gidiyordum. İkinci yıl üniversiteye gitmekten de vazgeçtim, sınavlara gidiyordum yalnızca. O zaman günde en az bir film izlemeye başladım. Film alanında kendi kendime okumaya başladım, öğrenmeye başladım. Bir film okulu olup olmadığını soruşturdum ancak film okuluna gidenler bana burada yalnızca para harcayacağımı söylediler, “Gelme, biz sana yardımcı oluruz sinema alanına girmende” dediler. Böylece yolumu çizdim ve okul bittiğinde Avrupa’ya gitmeye karar verdim. Ama Atina’da binlerce film seyrettim, bu benim için çok iyi bir dönemdi... Yavaş yavaş çiziyorsun yolunu böylece...

SORU: Yunanistan’da üniversiteden mezun olunca neyere gittin?
HRİSANTU: İsveç’e gittim...

SORU: İngmar Bergman yüzünden mi?
HRİSANTU: Çünkü İngmar Bergman Stokholm’un Drama Okulu’nda dersler veriyordu.

SORU: Tanıştın mı onunla?
HRİSANTU: Hayır tanışmadım. Onunla tanışmayı isterdim aslında... Ancak bu benim yaşamımda ikinci bir dönemdi, Kıbrıs’taki olaylardan sonra daha bir politize olmuştum, Bergman’ı artık metafiziksel filmler yapan biri olarak görüyordum... Artık filmlerini beğenmiyordum. Ama sonraları ilk değerlendirmeme döndüm Bergman’la ilgili. Üç yıl önce bir grup sanatçıyla birlikte İsveç’e gitme şansı elde ettim, onun yaşadığı adaya gitmiştik. İki filmini çektiği bir eve gittiğimizde bu beni çok etkilemişti. Onunla tanışma şansım olsun isterdim ama biliyorum ki bir mit haline gelmiş bir kişiyle tanıştığınızda ona söyleyecek fazlaca birşey bulamayacağınızı düşünüyorum. O kişiyle filmleri farklıdır. Bu şansı elde etmek için dost olmanız gerekir, bunun için de zaman gerekir. Örneğin Yılmaz Güney’le, Kosta Gavras’la dost olma şansı elde ettim... Ancak onlarla birşeyler paylaşıyordum, işte “Merhaba ben Banikos Hrisantu, Kıbrıs’tan geliyorum, filmlerinizi izledim” demenin ötesinde... Yılmaz Güney’i buraya getirmiştik...

SORU: İsveç’e gitmiştin öğrenimini sürdürmeye...
HRİSANTU: Bir Avrupa ülkesinde para ödemeden nerede okuyabileceğimi araştırıyordum, ailemin parası yoktu çünkü... Bir kızkardeşim var... Ancak burs almasaydım, okuyamazdım. Bir Avrupa ülkesine gidip bir yandan çalışıp bir yandan okuyabileceğimi düşünüyordum. Fransa’da iyi bir film okulu vardı, Doğu Avrupa ülkelerinde iyi film okulları vardı ama oraya gidemiyordum, İngiltere’de ise para ödemek gerekiyordu. İsveç’te bir bağlantı bulmuştum, Bergman orada ders veriyordu. Yılda 7 kişi alıyorlardı okula ama ben başarılı olacağıma inanıyordum. Kıbrıs’taki olaylardan bir süre sonra 1975’te mezun olmuştum. Atina’dan trenle İsveç’e gitmiştim, birisi beni orada bekliyordu. Bunun bir göçmen olarak başvuru yapmak için iyi bir fırsat olduğunu düşünmüştüm, çünkü göçmendim. Bu yapacaklarım için belirleyici oldu çünkü o günlerde İsveç, diğer tüm ülkeler gibi, bir savaş olduğunda insanlara sığınma hakkı vermekte tereddüt gösteriyordu... Çünkü çok sayıda insanın geleceğinden korkuyorlardı. Bizi geri göndermek istemiyorlardı, 200 kadar Kıbrıslı’ydık İsveç’e giden ancak bizi siyasi sığınmacı olarak kabul ettikleri yönünde bir yanıt da vermiyorlardı. Orada bir yıl geçirdim, bana bir ev, yaşayacak kadar para verdiler. İsveç dilini para ödemeden öğrenmemi sağladılar. Ancak çalışma ya da üniversiteye gitme iznim yoktu. Kıbrıs’ta siyasi sorun o günlerde çok konuşuyordu, ne olup bittiğini haberlerden izliyordum. Bir yılın sonunda İsveç’ten ayrılıp Kıbrıs’a gelmeye karar verdim. Bergman’ın da vergilerle başı dertteydi, İsveç’ten ayrılıp Almanya’ya gitmişti. Böylece filmcilik okuyamadım, bunu denemek için şansım bile olmadı. Hayatımın kendi yolunu çizmesine karar verdim, geri dönmeye, bir gazeteci olarak çalışmaya karar verdim. EDEK’e üye oldum döndüğümde, onların gazetesi olan TA NEA’da çalışmaya başladım, beni Siyasi Büro’ya da almışlardı. Burada bir yıl kaldım ve önemli bir deneyim oldu benim için. Bir buçuk yılın sonunda oradan ayrıldım, öğretmen oldum. Bir tür tavizdi bu, siyasi çalışmadan vazgeçtim çünkü bana iyi gelmiyordu... Çok büyük düşkırıklığına uğramıştım.

O zaman Kıbrıs’ta sinema konusunda ne yapabileceğimi düşünmeye başladım. Küçük bir ülke Kıbrıs, film üretimi yok. Film yapımcısı olarak adaya geri gelenlerin burada film yapmak için hiç şansları yoktu. Film kültürü üzerinde çalışmalar yapabileceğimi düşündüm. İki-üç arkadaşımla birlikte savaştan önce varolan bir film kulübünü yeniden yapılandırdık ve film gösterimlerine başladık. 1984’e kadar bunu yaptık...

1983’te sizin sevgili Denktaş devletini ilan etmişti. Bu devlet ilanı Rum tarafına çok kötü gelmişti, bölünmüşlük yönünde bir adımdı ama benim için de bir film yapma şansıydı... Çünkü o dönemin hükümeti sinemayı propaganda amaçlı kullanmaya karar vermişti. Film yapacak insanların olmadığını keşfettiler. Birisi bana hükümetin film yapmak istediğini, öneri beklediğini söyledi.

SORU: Yani bir yönüyle Denktaş sana yardım etti!...
HRİSANTU: Evet Denktaş bana yardım etti ancak ona teşekkür ederim demeyeceğim. Burada bir parantez açıp şunu anlatmak istiyorum: Bir keresinde Niyazi Kızılyürek’le birlikte çok milliyetçi birisine ait bir lokantaya gittik. Bu lokantada “En iyi Türk ölü Türktür” yazılıydı duvarda. Çok provoke edici birşeydi bu. Ben bu lokantaya gitmiyordum, bir prensip meselesiydi benim için. Ancak Lefkoşa sosyetesi gidiyordu buraya, Belediye Başkanı gidiyordu, bu lokanta sahibinin naif ve ekzotik birşey olduğunu düşünerek gidiyorlardı. Niyazi “Hadi gidip eğlenelim” diyordu, “Gidip bakalım bizi görünce ne tepki verecek!” Yani Niyazi nedeniyle gittim oraya. Oradayken tartışmaya başladık, Niyazi’ye düşmanca davranmıyordu ancak çevredekiler de onunla eğleniyordu... 1990’dı... Ben “Denktaş yaşadığı sürece Kıbrıs sorununa çözüm bulamayacağız, adam çözüme karşı çünkü” dedim. Lokanta sahibi “Aman Tanrım, ne olur izin verme Denktaş’ın ölümüne” diyordu... “Ve ölse bile onu bir Yunan bayrağıyla gömmeliyiz” diyordu. Şoke olmuştum! Denktaş Yunan bayrağıyla ha!... Neden? Lokanta sahibi “Denktaş olmasaydı, bu hain politikacılar” diyordu, Vasiliu dönemiydi “o zaman istedikleri gibi bir çözüm bulacaklar” diyordu... “Denktaş, bu ihaneti önleyen tek kişidir, çözümü önleyen kişidir, onun için öldüğünde onu Yunan bayrağıyla gömmeliyiz” diyordu. Ben de ona “Ancak şunu da düşünmüyor musun? Sen öldüğünde de seni Türk bayrağıyla gömerler belki de...” Çünkü birkaç gün önce Durduran, Mağusa Kapısı’nda bir konferans vermeye gelmişti. Lokanta sahibi de Mağusa Kapısı’nın dışında Türklerin gelmesini protesto ediyordu arkadaşlarıyla birlikte. Kuzey’deki Denktaş yanlısı gazeteler de ‘Rum dostlarınıza bakın!” diye yazmıştı “Sizi böyle karşılıyorlar!” O nedenle lokanta sahibine “Seni de Türk bayrağıyla gömmelidirler” dedim “Senin politikaların da ona yardım ediyor, tıpkı Denktaş politikalarının sana yaradığı gibi... Aranızda görünmeyen bir ittifak var!”

Denktaş’la benim aramda böyle bir ittifak olmadığı için ona teşekkür etmiyorum.

SORU: Hangi filmdi bu?
HRİSANTU: İlk filmimdi, “Kıbrıs’tan Detay” başlıklı film... Ayios Sozomenos adlı terkedilmiş bir köyle ilgiliydi. Ayios Sozomenos yani Arpalık’la ilgili bir filmdi bu... Bodamya, Luricina yakınlarında terkedilmiş bir köydür bu... Propaganda departmanı bu filmin ne olduğunu anlayamamıştı! Bunu bir propaganda filmi olarak yapmış olmalarına karşın...

SORU: Herhalde filmi ne yapacaklarını bilemediler!...
HRİSANTU: Gerçekten ne yapacaklarını bilemediler!... Bu siyasi oyunların bilincinde olduğumdan ve filmi onlara göstermekten çekindiğimden, onlara bir oyun yaptım... Film, bu terkedilmiş köyle ilgiliydi... Ben buradaki Kıbrıslıtürklerin öykülerini seçmiştim anlatmak için, karma bir köydü. En az “zararlı” olanları seçmiştim çünkü köy kana bulanmıştı... Köyde işlenmiş cinayetleri göstermemiştim ama insancıl bir film yapmıştım, “Duvarımız”da olduğu gibi... Ama örneğin Arpalıklı olup bugün Dali’de yaşayan bir Kıbrıslıtürk kadının öyküsünü seçtim... O dönem çok sert ve zor bir dönemdi, bu yüzden korkuyordum – filmi Atina’da bitirdim... Laboratuvardan doğrudan doğruya Berlin Film Festivali’ne yolladım filmi!... Şanslıydım çünkü Berlin Film Festivali programına kabul edilmişti. Sonra propaganda departmanına bir mektup göndererek onlara “Bu film Berlin Film Festivali’ne kabul edildi, tamam mı?” diye sordum. Çok mutlu olmuşlardı çünkü film, Berlin Film Festivali’nce kabul edilmişti! “Evet, tamam” dediler.

Kıbrıs’a döndüğümde Enformasyon Dairesi’nde bir gösterim yaptık. Hiç kimse konuşmuyordu, söyledikleri tek şey Fatma’nın köpekle oynadığı sahneydi... Ve köpekle ilgili bir yorum yaptılar... Filmin gösterimi bittiğinde beni tebrik etmediler!... Sonraları bu filmi yapmış olmaktan utanç duyduklarını söylediklerini duydum... Ama film Berlin Film Festivali’nde gösterilmişti... Video kaset olarak dağıtmadı buradakiler, görmezden geldiler filmi aslında...

SORU: Bu ilk filmindi... Bunu yaparken duygularını hatırlıyor musun?
HRİSANTU: Evet... Ayios Sozomenos’u (Arpalık) birkaç yıl önce keşfetmiştim, bu eski bir köydü – topraktan inşa edilmiş binaların bulunduğu bir yer, ve açıklığın ortasında yalnızca duvarları kalmıştı... Çok müthiş bir manzarası vardı, kimsecikler yaşamıyordu bu köyde... “Kıbrıs’tan bir Detay” filmi vesile olmuş, öyle tanışmıştık Niyazi’yle. Filmle ilgili birşey yazmıştı... Bu köyü görünce, işte bu köy Kıbrıs’ı temsil ediyor diye düşünmüştüm... Tarihimiz yıkıntılar halinde... Eğer Kıbrıs’ta insanlara bakıyorsanız, her iki taraftan Kıbrıslılara ait hissediyorsanız kendinizi, işte burası, ilişkimizin sonucuydu... Bu köy bizim aynamız diye düşündüm. O günlerde yazdığım yorumda belirtmiştim bunu. Eğer yüreğimizi bulmak istiyorsak, bu köye dönmeliyiz, bu köye gitmeliyiz... Bu köy kimliğimize bakmak gibi birşeydir... Bu filmi bir Kıbrıslırum olarak yapmadım, bir Kıbrıslı olarak yaptım. Ama şunu da açıklıkla söylemek istiyorum: Helenliğimi inkar etmiyorum, bir Helen kültürüm var. Ama Helen kültürünün ne olduğunu da ben seçiyorum. Fanatik olmadan...Milliyetçi olmadan, şu veya bu nedenle gurur duymadan... Helenlikten kastım insancıllıktır, Yunan uygarlığıdır... O uygarlıktan bile neleri beğendiğimi ben seçiyorum. Çok seçici bir tavırdır bu. Homer’i seviyorum, onu çok insancıl olduğu için seviyorum. Bir Yunan filmi yaptığımı hissediyordum, aynı zamanda hem Kıbrıslı, hem de Yunanlı aynı zamanda... Çünkü filmin adı “Kıbrıs’tan bir Detay”, Seferis’in bir şiiridir Kıbrıs’la ilgili... Seferis, ressam Diamantis’le Dali’ye kadar gitmişti ve çok güzel bir şiir yazmıştı Kıbrıs’la ilgili... Ben filmi çekeceğimde Diamantis çok yaşlanmıştı, 90 yaşlarındaydı... Onu da alıp getirmek istediydim Dali’ye ve Ayios Sozomenos’a – burada Seferis’in beğendiği Kıbrıs’ın şimdiki resmini görecekti: bir yıkıntı olmuştu... Dali’nin beş kilometre uzağında yıkıntılar... Bunu yapmayı başaramadım çünkü onu tanıyan kötü yürekli bir kadın Diamantis’i ziyaret etti ve ona “Bak Diamantis bu Banikos Türk yanlısı birisidir, adını mahvedecek sana, prestijin mahvolacak onunla gidersen... O Türklerle ilgili film yapacak” dedi. Bana mektup gönderdi bunun üzerine ve gelmedi. Sonraları onunla arkadaş olduk... Diamantis’in yerine bir anne ve bir çocuğu koydum filme. Ancak kafamdaki düşünce Seferis’ti gerçekte... Diamantis filmi gördükten sonra bana kendisini bir kadının ziyaret ettiğini anlattı, “Korkuttu beni, bu bir itiraftır” dedi...

Bana sesimdeki hüzünü sormuştun – Kıbrıs’ın bir yıkıntı haline geldiğini görmek hüzündür... Ama öte yandan bu bir gerçekliktir ve filmlerimde yaraya dokanmayı severim... Eğer bu yaralara dokanmazsak, bir adım ileriye gidemeyiz... Benim tavrım bu... Bir adım ileriye gidebilmek için hüzünlü bir gerçeklikten başlarsınız. Kıbrıs’taki hüzünlü gerçekliği de görmezden gelirsek, bu adımı atamayız... Felsefem bu, hayata böyle bakıyorum...

SORU: Niyazi Kızılyürek bu film hakkında birşeyler yazınca onunla tanıştığını söylemiştin...
HRİSANTU: Filmin Londra gösteriminde izlemişti... Ben ikinci bir film yapmak üzere birisini arıyordum, böylesi bir film yapacaksam bir Kıbrıslıtürk’le yaparsam, yalnız yapmamdan çok daha güçlü olur diye düşünmüştüm. Ve aramaya başladım böyle birisini.

SORU: Niyazi, bir arkadaşlık ilişkisi geliştirdiğin ilk Kıbrıslıtürk müydü?
HRİSANTU: O günlerde Niyazi’yi tanımıyordum. Neşe Yaşın’a bir öneri yapmayı düşünüyordum. Neşe tanınıyordu, ama Niyazi’yi tanımıyordum. Londra’da Aydın Mehmet Ali aracılığıyla Neşe’yle bağlantıya geçebileceğimi söylemişti birisi. Ben de Aydın’a bir mektup gönderdim. Aydın da bana yanıtını Niyazi’yle gönderdi. Böylece Niyazi’yle tanıştım. Niyazi Kıbrıs’a bir konferans vermeye gelmişti. O dönemdi... Bana mektubu getirmişti...

SORU: 1986 yılı falan mıydı?
HRİSANTU: 1988’di. O günlerde Almanya’da yaşıyordum, Avrupa’da buluştuk bu yüzden. Görüyorsun, sende birşeyler varsa şans gelir sizi bulur... Bunu geliştirirsin ve sonuca ulaşırsın. Bir plan yaparsın, bu hayatın sana getirdiklerinden farklı birşey. Ama bu planı yaptığın ve hayatın sana ne verdiğine baktığın için olur bu... Bir konuda bir fikrin vardır, buna hazırlanırken, hayat sana farklı öğeler getirir, azıcık değişiklik yaparsın – ilk düşüncen olmaz belki bu...

SORU: Niyazi’yle “Duvarımız” filmini yapmaya 1988’de mi karar vermiştiniz?
HRİSTANTU: 1989’da karar vermiştik... Vasiliu dönemiydi, bir öneri yapmıştık... Başaramadılar... Toplum buna hazır değil dediler. Vasiliu “Birlikte çalışmalıyız” politikasını izliyordu. Onu ziyaret ettim, “İşte burada bir proje var, Niyazi’yle birlikte bir film yapmak istiyoruz. Politikalarının gerçek olduğunu kanıtla” dedim ona. “Evet” dediler ama sonraları işte bürokratik problemler nedeniyle para veremeyiz dediler. Sonuçta Almanya’da bulduk filmi çekmek için parayı. Bugün barikattaki polislerin tavrına benzer bu. Resmi politika “İnsanlar gelsin, biz Kıbrıslıtürkleri seviyoruz”dur ama barikattaki polis hiç de dostça davranmaz gelenlere.

SORU: “Duvarımız” filmini çekerken duyguların “Kıbrıs’tan bir Detay”dan farklı mıydı?
HRİSANTU: Hayır... Öncelikle ancak beğendiğim filmleri yaparım. Filmlerimi para kazanmak için yapmam. Hayatta kalmanın yolunu bulup böylece filmlerimi para için yapmamaya karar vermiştim. Eğer para kazanıyorsan ve ikinci bir işte çalışmıyorsan bu iyi birşey. 1987’ye kadar öğretmenlik yaptım, on yıllığına, sonra vazgeçtim. Şimdi kartpostallar üretiyorum... Takvimler falan... Ve film yaptığımda, mümkün olan en az tavizi vermeye çalışırım. Parayı bulurum, böylece film yapmak bir zevk olur. Düşüncelerini resimlere dökersin, bu yaratıcılıktır... Bundan zevk alırım. Çok zordur, çok yorulursun, çok paraya mal olur, hızlı hareket etmen gerekir – insanlar hızlı hareket etmen gerektiğini anlamayabilir, o zaman pek çok sorunla karşılaşırsın, bu sorunlar da mali sorunlara dönüşür çünkü bir bütçe yapmışsındır. İyi bir film yapmak istiyorsan, bulduğun parayı paylaşırsın, bulduğun para da bütçenin altındadır. Eğer hata yaparsan ek para bulamayacaksındır. Genelde para sorundur, çok zor bir iştir filmcilik ama çok yaratıcı birşeydir. Sonuçta filmi gördüğünde kendini küçük bir tanrı gibi hissedersin. Birazcık saldırgan gibi gelebilir bu ama birşey yaratmışsındır sıfırdan başlayarak.

SORU: “Duvarımız” filmine Kıbrıs’ta tepki ne oldu?
HRİSANTU: “Duvarımız” filmi dünyada, Kıbrıs’ta karşılandığından daha hoş karşılandı. Hoş karşılandı derken bunu tırnak içine alıyorum. Film Almanya’da televizyonda gösterildi, bu da geniş bir izleyici kitlesi demek. Alman televizyonunda bir kültür programında yayımlandı, demek ki kültürle ilgili insanlar gördü filmi. Kıbrıs’ta beni tanımayan insanlar bu film nedeniyle tanımaya başladı. Çok iyi eleştiriler aldı film – bir belgesel olsa dahi...

SORU: Bir Kıbrıslıtürk’le bir Kıbrıslırum’un birlikte yaptığı ilk filmdi bu...
HRİSANTU: Evet. Bildiğim kadarıyla ilk ve tek... Şimdi ikinci bir film çekiyorum... Böylesi bir film yapıldı mı bilmiyorum, yalnızca bir film değil, birbirine karşılıklı saygıyla yaklaşan bir film. Bu filmde yapmaya çalıştığımız, yalnızca kişisel düşüncelerimizi aktarmak değildi. Eğer kişisel görüşlerimizi koysaydık filme, farklı olurdu. Kendi düşüncelerimiz aracılığıyla toplumlarımızın ana düşüncelerini göstermeye çalıştık. Bizim aracılığımızla toplumlarımızın düşüncelerini yansıtmasını sağlamaya çalıştık. Örneğin eğer Niyazi filmde “Türk ordusu geldiğinde sevincimiz büyüktü” diyorsa, bu onun kişisel görüşü olabilir ama esas olan toplumunun görüşünü yansıtmasıdır. Bugünlerde Kıbrıslıtürklerin Türk ordusunun Kıbrıs’a gelişi nedeniyle sevinçli olup olmadıklarını bilmiyorum. O günlerde duyguları buydu ama, ben de buna saygı duydum... Aynı şekilde ben de görüşlerimi aktardım, Niyazi de buna saygı duydu. Örneğin “Türk ordusundan korkuyorduk” diyorum, bu çelişkileri koyduk filme. Bugüne dek yapılanlar arasında özgün birşey.

SORU: Burada tepki ne oldu?
HRİSANTU: Üniversitelerde gösterildi, ARTE’de gösterildi, Fransa’da Almanya’da televizyonlarda ikinci kez. Ancak festivalleri kaçırdık. Aslında festivallerde iyi bir şansımız olduğunu düşünüyordum ama filmin ikinci bir kopyasını yapacak paramız yoktu. İlk kopyayı Alman televizyonuna vermiştik, sözleşmemiz gereğiydi bu. Festivallere ise filmin çekilmesinden sonraki iki yıl içinde katılabiliyorsun, ondan sonra katılamıyorsun. Ancak 5-6 yıl sonra ikinci bir kopyasını yapmayı başardık ama festivalleri kaçırdık. Filmi daha çok üniversitelerde gösterdik.

Kıbrıs’ta medya filme değinmediği için, medyanın desteğini alamadık. Bilinmiyordu film, Kıbrıs’ta belirli insanlar gelip görmüştü filmi, değerlendirmeler yapmışlardı, çok etkilenmişlerdi. Ama sınırlı sayıda izleyiciye ulaştı film. Pek çok kereler devlet televizyonu RIK’e gittim, göstermelerini istemek için. Daha dün oradaydım yine. RIK’ın Müdürü birkaç kez bana “Filmi görmedim, bende kaseti yok” diyordu, iki üç defa kaset verdim. En son 2 ay önce filmin kasetini yeniden vermiştim. Dün de oradaydım, ona ne olduğunu sordum. Gördüğünü ve sorumlu kişiye verdiğini söyledi kaseti. Ben de doğrudan sorumlu kişiye gittim ve “Kopenhag’la, Lahey’le o kadar doluyuz ki bu filmi gösterecek yer yok, zaman yok” dedi bana. Bana “Şimdi de Simitis adaya geliyor” dedi. “Öyleyse çok iyi bir fırsat bu, bu filmi Simitis buradayken gösterin” dedim. “Çünkü Kıbrıs’ın politikası “Biz Kıbrıslıtürk ve Kıbrıslırumlar’ın cumhuriyetiyiz, birlikte yaşayabiliriz” olduğuna göre, bunu Simitis’e gösterebilirsiniz, birlikte yaşadığımız günleri...” Ama göstereceklerini sanmıyorum.

SORU: Onları durduran ne sence?
HRİSANTU: Toleransa alışkın değiller, daha önce de söylemiştim bunu. Büyük sözcükler kullanırlar, “Biz Kıbrıs Cumhuriyeti’yiz, Cumhurbaşkanımız Kıbrıslıtürklerle Kıbrıslırumların Cumhurbaşkanı’dır” derler, bu düşünce çok hoştur... Ancak gündelik yaşamda pek az insan bunu hisseder... İki toplumlu etkinliklere gidenler hisseder bunu, şimdi onların sayısı artmıştır geçmişe göre. Ancak insanların çoğunluğu tereddüt duyar. Devlet televizyonunda bazıları bir Kıbrıslıtürk’ün filmini göstermek istemiyor, bazıları filmi seviyor ancak devlet yetkililerinin psikolojisine sahiptirler. Şöyle düşünürler: “Tamam bu filmi gösterelim. Bir iki gazete kalkıp aleyhimize yazı yazacak. Neden bu huzursuzluğu yaşayalım? Barış içinde kalalım!” Burada risk almak gerekir. Onlar bürokrattırlar ve risk alamazlar. Bu iyi yönü. Kötü yönü, bazılarının bu filmi göstermek istemeyişidir. Biliyorum ki devlet televizyonunda son derece tutucu insanlar olduğunu biliyorum. Oradaki ana eğilimin hangisi olduğunu bilmiyorum ama bunlardan biridir... Ama bu işin peşini bırakmayacağım, onlara rahat vermeyeceğim. Şimdi AKEL’i ziyaret etmeyi tasarlıyorum, onların yüzüne bir ayna tutacağım ve onlara “Tamam, böyle bir politikanız var, şimdi hükümettesiniz de... İşte, politikanızı kanıtlama fırsatı var şimdi. Bu filmi yaptım” diyeceğim. Hristofias bu filmin gösterimlerinden birine gelmişti, etkilenmişti, ağlamıştı. Şimdi bu filmin gösterilmesi için birşey yapma şansı vardır önünde. RIK’ten sorumlu bakanlık da AKEL’e aittir, Andreas Hristu pozitif birisidir. Onu da bu dilemmanın içine sokacağım. Ona da “Sen bakansın, RIK’ten bu tepkiyi aldım, bana göre bu siyasi bir karardır, onların siyasi iradesi yoktur filmi göstermeye... İstiyorsan, bunu kanıtlayabilirsin çünkü RIK bakanlığına bağlıdır” diyeceğim.

SORU: “Duvarımız”ı ne zaman tamamlamıştınız?
HRİSANTU: On yıl önce... Öteki tarafta da filmin yasaklı olduğunu duydum. BRT yakınındaki bir toplantıda bir komite görmüş filmi, bir toplantı yaparak. Bir örgüt bu filmi göstermek istemiş – film bu komiteye gösterilmiş. Resmi bir karar yok bu konuda ama gayrıresmi kararda bunun Rum yanlısı bir film olduğu söylenmiş.

SORU: Yalnızca 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde halka açık olarak Gençlik Merkezi’nde gösterilmişti bildiğim...
HRİSANTU: Ancak bunu gerçek bir kopyayla bir sinemada gösterirsek, o zaman sansüre gitme kuralları var... O zaman da sınırlı sayıda insan görüyor... Birgün Kıbrıs’ta barışı bulduğumuzda, fazla değer vermediğim tüm bu bürokratlar gelip bu filmle ilgili çok pozitif görüşler de söyleyecekler... Kutlu Adalı için de böyleydi bu. Hayattayken onu görmüyorlardı, öldükten sonra onunla ilgili çok şey söylediler. Şimdi sana yaptıkları gibi, başkalarına yaptıkları gibi, sana birşey olursa, o zaman söyleyecek çok şeyleri olacak. Aynı şey bu film için de geçerli. Bunları çok iyi biliyorum. Ne söylediğine bakmıyorum insanların, zor koşullar altında takındıkları tavırlara bakıyorum.

SORU: Şimdi Derviş Zaim’le bir film yapıyorsun...
HRİSANTU: Evet...

SORU: Yine Kıbrıs’la ilgili bir belgesel, değil mi?
HRİSANTU: Evet... Duvarımız’da yakalamadığımız şans, bu ikinci filmde var. Çünkü Derviş, kuzeyde çekim yapabildi. Daha fazla materyal var elimizde. “Duvarımız” çok zordu. Bu ikinci film, insanların durumunu daha ilginç biçimde gösteriyor. Ama bu filmi finanse eden Birleşmiş Milletler...

SORU: Bir de ufak ufak belgeseller çekmeyi sürdürüyorsun galiba, iki toplumlu koroyla ilgili, iki toplumlu etkinliklerle ilgili...
HRİSANTU: Bir tür oyun bu benim için... Materyal topluyorum. Araştırmam için bir kamera aldım, materyalimin filmlerde toparlanmasının iyi olacağını düşündüm. Bazan bazı insanlarla tanışırım ve bunun tarih olduğunu düşünürüm. Yunan televizyonu Kopenhag nedeniyle yayın yapmıştı. Oradan bir arkadaşıma “İstiyorsan elimde materyal var” dedim. “Olur” dedi. Bu materyalden birşeyler gösterdi birkaç kez. Çok insancıl öyküleri gösterme fırsatıydı bu. Sürekli çekim yapıp materyal toparlıyorum. İnanıyorum ki insanların biraraya gelişiyle ilgili bir filmciyim ben. Yeniden yakınlaşma... Bu tür materyal toparlıyorum. Tarihimizde üzerine fazla vurgu yapılmayan bir yöndür bu. Kimi zaman da bu filmlerde ya da başka yöntemlerle kayıt altına alınmamıştır tarihin parçası olarak. O nedenle bunu yapıyorum. Bunları toparlamanın tarihimiz için önemli olduğuna inanıyorum. İnsanların öyküsünün politikacıların öyküsünden çok daha önemli olduğuna inanıyorum. Pergama’da bu iki toplumlu buluşmalarda yaşananları, Denktaş ile Klerides arasındaki bir toplantıdan çok daha etkileyici buluyorum. Ya da buradaki partilerden çok daha ilginç. Eğer politikacılar söylediklerine gerçekten inanıyorsa, o zaman benim yaptıklarım ana politika olabilir... Yalnızca tek bir kişinin materyal toplaması değil. Bu süreçte masraflar için katkıda bulunmalarını da istedim ve yanıt alamadım. Bu da ilginin düzeyini gösterir.

SORU: Barış ve uzlaşmadan ne kadar uzaktayız sence?
HRİSANTU: Zaman geçtikçe yaklaşıyoruz ama uzak olduğumuzu düşünüyorum. Kıbrıs’ı birleştirmekle gerçek yeniden yakınlaşmanın gerçekleşeceğini sanmam, gerçek yeniden yakınlaşma için ek zaman gerekir. Benim için yeniden yakınlaşma bizleri biraraya getiren siyasi bir olay değildir. Benim için yeniden yakınlaşma, ötekinin varlığını kabul etmek, onu değer vermektir. Yalnızca varlığını kabul etmek değil, işte “Burada doğdular diye kabul etmek zorundayız, onların da burada tarihi var, onları atamıyoruz” gibi birşey değil. Böyle bir düşünce değil. Farklılıkları görebiliyorum. İnanıyorum ki tekiz ve aynıyız... Ama tüm Kıbrıslırumlarla kendimi tek ve aynı hissetmiyorum. Bu toplumun bazı bölümleriyle o kadar çok farklılığım var ki... Tekim ama aynı değilim... Farklılıklarım var. Bu ülkede yaşıyorum ama, bu ülkenin kültürünü aldım, iyi ve kötü yönleriyle. Bu ülkeyi değiştirmek istiyorum... Bu ülkede çalışıyorum, burada yaşıyorum. “Tekim” dediğimde bunu kastediyorum. Kıbrıslıtürklerle “bir” olduğumuzu “tek” olduğumuzu kabul etmeliyiz, onlar yabancılar değildir, aramızdaki farklılıklar ortak yönlerimizden daha önemsizdir. Düşünce şekli, lisanı kullanma şekli aynıdır. Aynı yönde düşünüyoruz ama farklı bir dille ifade ediyoruz bunu. Bu o kadar önemli değil. Kafamızdaki Tanrı aynı olabilir, farklı isimleri olabilir... Bir Kıbrıslıtürk’ün Tarnı’yla ilgili düşüncelerinin bir Kıbrıslırum’un Tanrı’yla ilgili düşüncelerinden çok farklı olduğunu sanmıyorum. Türkiye’de, İran’da ya da Mısır’da bu farklı olabilir. Ama kendi aramızda yoktur bu. Benim içimdeki Tanrı’yla ninemin ya da Başpiskobos’un kafasındaki Tanrı düşüncesi farklıdır, resmi olarak Ortodoks olsak da piskobosla. Bunlara değer vermiyoruz çünkü milliyetçilikler her zaman farklılıklarımıza vurgu yapar. “Biz daha iyiyiz”, “Biz Türküz”, “Biz Rumuz”, “Ötekiler kötüdür” gibi...

Birlikte yaşamak için ortak yönlerimizle ilgili gerçeklikleri görmeliyiz. Biraraya gelmeliyiz ama tarihimize, yaşanmış kötü şeylere dokanmadan yapamayız bunu. Bana göre yeniden yakınlaşma, kötü yönlerimizi kabul etmektir...Her iki taraf da yapmalıdır bunu. Aksi halde biraraya gelemeyiz. Kıbrıslırumlar, Kıbrıslıtürklerin kendileri yüzünden acı çektiğini kabul etmelidir. Kıbrıslıtürkler de Kıbrıslırumların kendileri yüzünden acı çektiğini kabul etmelidir.



YENİDÜZEN

Sevgül Uludağ

04/04/2003

 
Yukari | Geri | Iletisim | Ana Sayfa